Sumantro Ghoshal, günümüzde şirketlerin küresel mevcudiyete ihtiyaç duyduğunu söylerken, küresel rekabetin kaçınılmaz hale geldiğini vurgulamakta. Kenichi Ohmae, küresel rekabetin yolunun 3C’den geçtiği saptamasında bulunmakta: Commitment (kararlılık), creativity (yaratıcılık) ve competitiveness (rekabet).  Küreselleşmeyi teknolojik değişikliklerle toplayıp, bugünün ‘değişken ekonomik iklimi’yle çarpıyoruz ve D’Aveni’nin 1994’te 21. yüzyılın düzensizliğini ve öngörülemezliğini tanımlamak için ortaya koyduğu, ‘hiper-rekabet’ savına ulaşıyoruz. Sürdürülebilir hiper-rekabetin mümkün olmadığına, şirketlerin stratejik manevralarla hayat mücadelesi verdiğine inanan D’Aveni’ye katılmamak elde değil. Günümüzde farklı coğrafya ve farklı ölçekteki kuruluşları yöneten, yönlendiren liderlerin belki de başlıca güçlükleri, türbülansın ve artan değişkenliğin içinde hiper-rekabetle baş edebilmek ve ayakta kalabilmek. Yeni rakipler, teknolojik yenilikler, dış çevrelerden gelen müdahaleler, kamu düzenlemeleri, iş modeli değişiklikleri gibi daha onlarca etmen ise konuyu daha çetrefilli hale getiriyor.

Küreselleşme, işletmeler için bir yandan fırsatlar doğururken, öte yandan coğrafya, pazar ve kurumsal arasındaki sınırları bulandırıyor, bir yandan da yeni zorluklar getiriyor. Küresel ekonomideki istikrarsızlıklar ve daralmalar, para piyasalarındaki değişkenlikler, artan doğal afetler, çevresel felaketler, iklim değişiklikleri, terör saldırıları, despotlaşan ülke yönetimleri, finansal skandallar, hormonlu gıdalar… hepsinin etkileri, dünyanın herhangi bir yanından hissedilir hale geldi, kırılganlık arttı.

Uzmanlar yaşam-boyu-iş yaklaşımının terk edilmesi, daha fazla toplumsal hareketlilik (mobilite), artan boşanma oranları, artan göç oranları, dişe-diş rekabet ve ticarî koşullar gibi konuların etkisi ile insanlar arasındaki güven ilişkisinde düşüşler olduğunu vurgulamakta. Makro düzeyde ise despot yönetimler, bastırılan topluluklar (kadın, çocuk, azınlıklar vb.), yolsuzluklar ülke yönetimlerine güveni sarsmakta, dolayısı ile huzursuz ve içine dönük toplumlara yol vermekte. Yani, daha az özgür, daha az mutlu, daha az sağlıklı… Kurum ve kuruluşlara olan kamu güveni ve inancındaki kayıpların ve ekonomik belirsizliklerin nihaî etkisi, şirket bazında olumlu değişimlerin yaşanabilmesine de ket vurmakta. İkilemler dünyasında olduğumuzu düşünmek pekâlâ da olası!

Üstüne üstlük, etikten uzaklaşmalar, tüm bu karmaşanın, içinden çıkılmaz bir hal almasına yol açmakta. Enron, Worldcom, Maxwell gibi ‘etik-olmayan’ davranışlar sergileyen kuruluşların düştükleri konumları tüm dünya izledi. Kurumsal hırsların bebek mamasına bulaştığını, gelişmemiş ülkelere uygunsuz ürünler sunulmasına yol açtığını da gözlemledik. Düşük-fiyatlı havayolu taşımacılığının dünya devi havayolları şirketlerini düşürdüğü durum, yol açtığı iflaslar ortada iken, artık, hissedarların yaptığı yatırıma geri dönüşün salt malî göstergelere bağlanması, ciddi biçimde sorgulanır oldu. Her ne kadar, yöneticiler etiğin ‘işin doğal parçası’ olduğunu savunadursalar da, gerçekte durum oldukça farklı. Bir kavram ya da konunun eksikliği ya da yokluğu, mutlaka ona olan ihtiyacı körüklemekte ya da ikame çözüm arayışlarına itmekte. Etik değerlerde aşınma oldukça, etiğe olan ihtiyaçta artış baş göstermekte. Etik, iyi kurumsal yönetişim, şeffaflık gereksinimi gibi temalar yönetim gündemine oturmaya başladı. Etik kavramının içi dolacak, kaçış yok!

Bir yandan ‘insanlık’, ‘eşitlik’, ‘özgürlük’ arayışlarının daha yüksek sesle dile getirilmesi, öte yandan ‘köktenci’ yönetimler. Kapitalizmin yaygınlaşması korkusu ve kapitalizme olan tepkiler ve kapitalizmin yeniden tarifi arayışları, uluslararası barış lobilerinin artışına yol açmakta. Aslında hepsi bir ‘denge’ bulma süreci. ‘Ne o, ne bu, hepsi bir arada’ yaşamaya devam etmekte. Bir yandan hükümetler liberalleşme ve de-regülasyon politikalarını öne çıkarıp, yabancı yatırımcı çekme yarışına girerek, dünyaya açılma stratejileri güderken; öte yandan millî servetlerini koruma ve ulusal ekonomilerini büyütme çabalarında gaza basmakta.

Gelişmiş ülkeler, dünya kaynaklarının çok büyük kısmını fütursuzca tüketirken, gelişmeye çalışan ülkeler ise can çekişmekte. Merdivenaltı üretim, ucuz işgücü derken çocuk yaşta son derece kötü şartlarda çalıştırılanlar, berbat yaşam koşullarına mahkûm edilen işçi ve göçmenler uzunca süre görmezden gelindi. Resmen ‘modern kölelik’ sistemi süregeldi. Ufak kıpırtılarla da olsa, dünya kaynaklarının dağıtımında adalet ve insanların çalışma ve yaşam koşullarında insaniyet arayışları başladı. Adil ticaret koşullarının sağlanması için tüketiciler ve kurumlar baskı yapar hale geldi. Öte yandan tüketiciler, ‘çevre’ye zarar veren şirketlere, ‘satın almama’ gibi en büyük yaptırımı uygulayabiliyor; güç gittikçe daha fazla oranda ‘tüketici’ye geçmekte.

Yayın: OPTİMİST Paradigma, 2014